“Romancı ne tarihçidir ne de peygamber: O varoluşun kâşifidir.” Milan Kundera

Hayatımda “yaşamak” dışında hiçbir amacım kalmadı. Kendimi, içinde bulduğum bu anlamsız bir hayatı sürdürmek zorunda hissediyorum. Her günüm, bir öncekinin birebir aynısı: Dışarıdan gelen gürültülerle başlayan anlamsız bir güne uyanış, birkaç lokmadan oluşan bir sabah kahvaltısı, televizyonda aynı olayın lacivertini işleyen sayısız programlara göz gezdirme, günü anlamlandırma çabası ve kapanış… Üstelik, kalabalık bir aile ortamında yaşıyor olsam da çevremdekilere söyleyecek bir sözüm dahi kalmadı. Büyük bir bıkkınlık… Bazen kendimi bir Camus’un ya da Kundera’nın romanında yaşıyor gibi hissediyorum. İşin kötü tarafı, bu durumun sonsuza kadar devam edecekmiş gibi görünen bir zaman akışı -belki de durağanlığı demek daha doğru- içinde sürüp gitmesi…


Haydi, biraz hiçlik hakkında konuşalım! Konuya böyle kitabın ortasından başlar gibi başladığımı biliyorum. Öyle olması da gerekiyor çünkü son zamanlarda fazlasıyla “var” olduğumuzu ispat etmeye çalışıyoruz. Çok ilginç, hiçliği anlatmak için insanlar yüzyıllardır birçok söz söylemiş, sayfalarca yazı yazmış. Yok olanın yok olduğunu ispat etmeye çalışmışlar.
Evrende “var” diyebileceğimiz “varlıktan” çok aslında hiçlik vardır. Evrenin neredeyse ¾’ünü “hiçlik” oluşturur. Kalan ¼’ü ise karanlık madde ve baryonik maddeden oluşur. Yani aslında biz, “var” olduğuna emin olduğumuz %5’lik baryonik maddenin -ki baryonik madde yıldızları, gezegenleri, atomları oluşturan maddeler demek- oluşturduğu bir gezegende yaşayan canlılardan yalnızca bir türüyüz. Böyle baktığımızda aslında kendimizi nasıl fazlasıyla önemsediğimizi de anlamamız lazım. 


Antik dinler, hiçliği var olabilen ancak kendiliğinden biçimlenemeyen madde olarak kabul ederler. Bu anlayışa göre saf varlık ve saf yokluk, birbirleriyle özdeştir. Hiçliği anlatmak için varlıktan bahsetmek şarttır. Çünkü hiçlik, var oluşun dışından doğan ve varoluşun içinde ortaya çıkan bileşenlerden ibarettir. Bugün var olan, yarın yok olacaktır anlayışı bu açıdan önemlidir. 


Bu konuya kafayı yoran ilk filozof Parmenides. Milattan Önce 5. yy.da hiçlik kavramını tanımlamak istemiş ve aslında herkesin bir şekilde aşinâ olduğu “Hiçlik, hiçlikten gelir.” sözüyle kendi içinde bir paradoks oluşturan bir tanım yapmıştır. Yani hiçbir şey vardan yok olamaz yoktan da var olamaz, demek istemiş. Hiçliğin oluşması için bile bir “hiç” lazım.
Parmenides’ten sonra Aristo, Hegel, Sartre, Heidegger ve tabii ki Nietzsche gibi düşünürler de hiçlik üzerinde durmuşlar. Doğu Felsefesinde özellikle Budizm’de “Śūnyatā” ifadesi ile hiçlik, Nirnava’ya ulaşmak için ulaşılması gereken bir seviye olarak tanımlanmış. Yani birey, yeterli aydınlık seviyesine ulaşabilirse bir daha tam olarak odaklanması gereken hiçbir şeyin yer almadığı Mutlak hiçliğe ulaşmış olur. Yine Doğu Felsefesinde birey, egosundan arındığında elde ettiği makam ve Evren’in zerre boyutlu bir parçası anlamına da gelir. Tanıdık geldi değil mi? Tasavvufta da benzer ifadeler var; birazdan değineceğiz.


Batı’da hiçliğin temelleri yukarıda bahsettiğimiz gibi milattan önceki dönemlere kadar uzanıyor olsa da bildiğimiz anlamıyla Nihilist felsefe Nietzsche ile ilişkilendirilir. Ona göre nihilizm, bir gerilim durumu, değer vermek veya ihtiyaç duyduğumuz şeyler ile dünyanın nasıl işlediği arasındaki orantısızlıktır. Yani, uzun zamandır sahip olmak istediğimiz ve sayısız anlam yüklediğimiz nesnel bir değere sahip olduğumuzda aslında onun o kadar da anlamlı olmadığı aydınlanmasını yaşadığımızda yaşadığımız krizdir.


Hiçlik aslında dünyanı ve özellikle de insanın bu dünyaya gelişindeki anlam, amaç ve temel değerler gibi birçok maddenin içinin boşaltılması olarak tanımlanabilir. Bugün öve öve bitiremediğimiz ancak Batı’nın birçok olumsuz etkisinin kucağına bıraktığımız Z kuşağı ve Alfa kuşağının hayata geliş amaçlarından uzak bir yaşam sürme çabası ya da onlara “dayatılan” algının aslında içi boş bir balondan ibaret olmasını en iyi şekilde anlatan felsefedir, hiçlik. 


Bilgi, insanlar tarafından üretilen ve salt gerçekliği olmayan bir yapıdır. -Burada Hz. Ali’nin “Bilgi, b harfinin altındaki noktaydı, onu insanlar çoğalttı.” sözünü hatırlamakta fayda var.- Günümüzde Z kuşağı, Z kuşağı gibi davranmaya çalışan Y kuşağı; bilgiden, düşünmeden, sorgulamadan ve üretmeden uzak bir hayat yaşıyor. Dünyayı anlamlandırmak gibi bir amacının olmadığı sadece birilerinin yaptıklarını sorgusuz sualsiz tekrarlayan ve bunu “normalleştiren” bir nesilden bahsediyoruz. Ne kadar korkunç… Bu durum da aslında güçlü bir ahlak yapısının toplumda inşa edilemeyeceğinin en büyük kanıtı. Dogmatik bilgilerle, ezbere dayalı bir sistemle, analitik düşünmeyi yok sayan bir anlayışla yetişen bir neslin “ahlaklı bireylerden” oluşmasını beklemek, Yılbaşı Gecesi aldığın tek bir çeyrek bilete büyük ikramiyenin çıkmasını beklemek kadar abes bir durum.


Gelelim, tasavvuf anlayışımızdaki “hiçlik” kavramına… En basit tabirle “İslam felsefesi” olarak adlandırabileceğimiz tasavvuftaki hiçlik anlayışı Doğu felsefesindeki hiçlik anlayışıyla büyük benzerlik içinde. Tasavvuf anlayışına göre “hiç” sözcüğü kişinin benliğinden sıyrılmayı ifade eder. Tanrısal sıralardan yararlanabilmek için kişi, öncelikle nefsindeki arzulardan ve isteklerden sıyrılması gerekir. Bunun için de maddi olan her şeyden kendini soyutlaması ve nefsini terbiye etmeye çalışması gerekmektedir.


Tasavvufun amacı, insan-ı kâmil olmak ve vahdetivücuda ulaşmaktır. -Vahdetivücut kavramını Budizm’deki Nirvana’ya ulaşmak gibi düşünebiliriz.- Buna ulaşabilmek için de kişinin Tanrı karşısında bir hiç olduğunu ve Kadir-i Mutlak’ın yüce kudretini hatırlamasıyla mümkündür. İslam inancında hiçlik, Kur‘an’da birçok kez vurgulanmıştır. Bu tekrarların asıl sebebi, insanın ne kadar aciz bir yaratık olduğunu hatırlatmak amacıyladır. Bu hatırlatmaların en ilginci ise yaratılışın hiçlikle açıklandığı “O, gökleri ve yeri örnekleri yokken yaratandır. O'nun bir eşi olmadığı halde nasıl bir çocuğu olabilir? Halbuki her şeyi O yarattı. O her şeyi hakkıyla bilendir.” (6:101) ayetidir. Burada Kadir-i Mutlak, yaratılışı daha önce hiçbir örneği olmadan yaratmayı -yani Mutlak yaratmayı- hiçlik ifadesiyle anlatır. Önce “hiçlik” olacak ki, yaratmanın bir anlamı olsun.
Evren, hiçlikten Kadir-i Mutlak’ın “Ol” emriyle oluşmuştur. Bu emir, hiçliğin içinden ortaya çıkacak olan “var” kavramının oluşması için tetikleyici bir anahtar sözcüktür. Bir emirle olan insanoğlunun da bu dünyadaki amacı olmak ile olmamak arasındaki süreçte hayatı anlamlandırmasından ibarettir. Nasıl “Ol” emri bir şeylerin başlaması için gereken anahtarsa “Öl” emri de bu başlangıcın sonu anlamına gelmektedir. Ama “öl” emriyle birlikte yeni bir başlangıca doğru yol aldığımız inancı da aslında insanın var olma sürecinin yok olduktan sonra bile sürdüğünün bir ifadesidir. 


İnsan, Kadir-i Mutlak’ın su üstündeki -ya da aynadaki- bir yansımasıysa içinde bulunduğumuz yaşam hiçlik üzerine kurulmuş bir rüyadır. Platon’un mağara alegorisinde olduğu gibi. Alegoriye göre bazı insanlar karanlık bir mağaraya hapsedilmiştir ve başlarını sağa sola dahi çeviremezler. Yalnızca karşılarına bakabilmektedirler. Doğdukları günden beri bu mağarada yaşayan insanlar mağaranın girişinden yansıyan nesnelerin gölgelerini gerçeklik olarak algılar. Nihayet bir gün içlerinden biri zincirlerinden kurtulur ve mağarayı terk eder. Mağarayı terk eden bu insan, mağara dışında yeni bir gerçeklik görür ve bu gerçekliği mağaradaki diğer insanlara anlatmak ister ancak mağaradakiler adamın anlattıklarına inanmazlar ve adam için bu gerçekleri oradakilere inandırmak artık imkansızdır. Buradaki mağara bir toplumu sembolize eder, zincirler de toplumun yapısında var olan kuralları anlatır. Duvara yansıyan gölgeler ise toplumda kabul edilen dogmatik bilgiler olduğunu söyleyebiliriz. Zincirlerini kıran insanın, kendine dayatılan bu gerçekleri kabul etmeyen ve mutlak doğrunun peşinde olan bireyi ve mağaranın dışında gördükleri de aslında ulaşılması gereken gerçeklikleri temsil ettiğini söyleyebiliriz. Tasavvuftaki zincirlerinden kurtulan insan da nefsindeki arzu ve isteklerden kurtulmayı başarıp mutlak doğru olan insan-ı kâmil olma yolunda ilerleyen kişi olarak yorumlayabiliriz.


Tasavvufta yokluktan bahsediyorsak eğer “fenafillah” demeden geçmek olmaz. “Ölmeden önce ölmüş gibi olmak” demek olan fenafillah, yokluk sırrına ermeyi, Kadir-i Mutlak’ın varlığında yok olmak onunla tek vücut olmak anlamına gelir. Fenafillah, bir vahdetivücut kavramıdır ve kul bu makama ulaştığında faniliği biter ve baki olur. Tasavvuftaki en son mertebe olan salah makamının kapısıdır. Geçmek, çok az insana nasip olmuştur.


Var olmayı kanıtlamak, aslında hiçliği kabul etmekle başlar. Aksi bir durumda varlık, var olduğunu kanıtlayamaz. İnsanların gerçeğe ulaşması ancak hiçlikle mümkündür. Tasavvuf ehli insanlar “ben yokum” dediklerinde var olurlar ve varlıkta -daha önce de bahsettiğim gibi- hiçliğe ulaşmaya çalışırlar.


İnsanın “bir hiç” olduğunu kabul etmesi aslında kendine en ağır gelen gerçeklerden biridir. Bu dünyada elde ettiği zenginlikler, makamlar, mevkiler sonsuz olduğuna inandığı kaynaklar günü gelecek hiçbir işine yaramayacak, bunu anlaması zor. Dün “var” olanların, bugün “hiç” olduğunu bilmek ve bugünün “var” olanlarından birinin kendisinin olduğunu anlamasını beklemek oldukça boş. Biz, bugünün “var” olanları ve yarının “hiç” olanlarıyız. Ötesi yok. “Var” olduğumuz süreyi dolu dolu yaşamak da bizim elimizde doğduğumuz ilk gün kadar boş geçirmek de. Bu, herkesin kendi tercihi… 
Ben bir Bektaşî fıkrası olarak biliyordum ama yaptığım araştırmalar sonucunda bir Nasreddin Hoca fıkrası olduğuna kanaat getirdiğim harika bir fıkra ile yazımı özetleyeceğim:


“Kılığından kıyafetinden makam sahibi olduğu belli olan bir adam bir gün Nasreddin Hoca’nın yanına gelmiş ve ona “Sen kimsin?” diye sormuş. Hoca da adamı yok sayar bir tavırla “Hiç kimseyim!” diye cevaplamış. Hoca’nın kendisini önemsemediğini düşünüp dudak büken adamı görünce bu kez Hoca adama sormuş “Peki, sen kimsin?” Adam, bu soruyu duyunca kendinden emin bir şekilde "Mutasarrıfım” demiş. Hoca sormuş “Sonra ne olacaksın?” adam cevaplamış “Herhalde vali olurum.” “Daha sonra?” diye üstelemiş Hoca. “Belki vezir…” demiş adam. “Daha daha sonra ne olacaksın?” diye sorunca adam hiddetlenmiş ve “Bir ihtimal sadrazam olurum.” demiş. Hoca, “Peki, ondan sonra?” diye sormuş. Sayabileceği başka makam kalmayan adam boynunu büküp “Hiç” diye cevap vermiş. Hoca da “Daha ne kabarıyorsun be adam! Ben şimdiden senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım! ‘Hiçlik makamında!’” demiş.


Herkese kısmeti yoktan gelir ama bilmez
Yeri var aleme men eylese selva-yı adem
                                                           Akif Paşa


(Herkesin kısmeti hiçten gelir ama insan bunu bilemez. [Tanrı], hiçlik balını dünyadan [insanlardan] esirgese haklıdır.)