Oppenheimer mi Barbie mi? Bence Atatürk!

            Amerikan film endüstrisinin iki ürünü, Oppenheimer ve Barbie, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de vizyonda. Bir ikilem ortaya çıksa da bölünsek diye bekleyen güzel ülkemin güzel insanları da “Oppenheimerci” ve “Barbieci” olarak çoktan taraf tutmaya başlamış durumda. Her iki taraf da birbirlerine alaycı ifadelerle bakıyorlar.

            Ben iki filmi de izledim. Filmler hakkındaki düşüncelerime geçmeden önce sinema salonlarıyla ilgili gözlemlerimi dile getirmek istiyorum: Öncelikle pandemi öncesine göre sinemaya gidenlerin sayısının oldukça düştüğünü fark ettim. Bu düşüşün sebepleri arasında bilet fiyatlarının yüksek oluşu ve dijital platformların kullanımının artması da var elbette. Artık insanlar bir bilet fiyatına 1 aylık dijital platform aboneliği alabiliyor ve bir film fiyatına sayısız film izleyebiliyor. İkinci olarak sinema salonlarımız oldukça bakımsız. Salonlar -en azından benim gittiklerim- çöp içindeydi. Bir de buna rahatsız koltuklar ve ayarsız ses sistemi de eklenince filmlere konsantre olmakta oldukça zorlandığımı belirtmek istiyorum. Buradan yetkililere sesleniyorum bir filmin sesini en yüksek konuma getirmek o film için en uygun ses değeri demek olmuyor. Bu konuda daha özenli davranılmasında fayda var. Bir başka özenli olunması gereken konu da bilet kontrolü. Kimse kontrol etmiyor. Tabii ki tavsiye etmiyorum bu bir emek hırsızlığı ve suçtur ama bir filme çok rahat bir şekilde kaçak olarak girebilirsiniz. Kimse de sizin fark etmeyecektir. Salon eleştirisine burada bir nokta koyalım ve filmlere dönelim.

            İlk önce Oppenheimer izlemeye gittim. Bu arada tüm dünya Barbie filmine yoğun ilgi gösterirken Türklerin Oppenheimer’a ilgi göstermesi gururumu hafiften okşadı, yalan değil. Filmi kendi bakış açımla yorumlayabilmek için filmden önce hiçbir yorumu okumadım ve izlemedim. Filmden beklentim de aslında biyografik bir tarz olduğuydu, filmin bir Nolan filmi olduğunu hesaba katmamıştım. Film, evet, atom bombasının icadından ve Oppenheimer’in sıradan bir bilim adamıyken bir anda “Atom Bombasının Babası” olmasından ve özel hayatından bir kesiti sunuyor bizlere ama filmin alt metinlerine baktığınızda size verdiği mesajlar inanılmaz.

Öncelikle 1930-1940 yılları arasında Amerika’daki komünist hareketlerden, sendikalaşma süreçlerinden ve komünist insanların Amerikan istihbaratı tarafından nasıl fişlendiğinden haberdar oluyorsunuz. Amerikan istihbaratının ülkelerinde henüz filizlenme aşamasında olan komünizmi ülkelerinde nasıl yok ettiğini görüyorsunuz. Amerikan hükûmeti ve istihbaratı faşistlere karşı komünist tarafta ve komünistlere karşı da faşist tarafta yer alarak adeta ince bir ip üzerinde yürümeye çalışan cambazlar gibi mükemmel bir denge kuruyor. Bir yandan Nazi Almanyası’ndan önce atom bombasını icat etmeye çalışırken bir yandan da Nazi Almanyası’na karşı müttefik oldukları Sovyet Rusya’nın da atom bombasını kendilerinden önce icat etmelerini tehlike olarak görüyorlar. Müttefikleri olan Sovyet Rusya’ya bilgi paylaşımını vatan hainliği olarak görüyorlar. Sanırım “Süper Güç” olmak herkesi aynı anda hem dost hem de düşman olarak görmekle mümkün olabiliyor.

Filmin vermiş olduğu mesajlardan biri de Amerika Birleşik Devletleri’nin insanları kendi çıkarları için nasıl kullandığına yönelik. Dünyanın en saygın bilim adamlarını bir araya getirip milyar dolarlar harcayıp dünyanın en tehlikeli silahını yaptıran Amerikan hükûmetinin, hedeflerine ulaştıktan sonra o saygın bilim adamlarına yönelik itibarsızlaştırma çalışmalarına şahit oluyorsunuz. Dönemin ABD başkanının Oppenheimer’a “şu sulu göz adam” diye hitap etmesi bunun en güzel örneği.

Filmde hiç CGI yani bilgisayar efekti kullanılmamış olması, seyirciye yaşattığı gerçeklik hissi, siyah-beyaz yayımlanan bölümlerin hem görüntü kalitesi hem de bize “geçmişten bir ana tanıklık ediyoruz” hissini yaşatması gibi birçok mükemmel yanı da var. Zaten Nolan filmine “kötü” diyen ya mağarasından yeni çıkmıştır ya da hayatında ilk kez film izliyordur. Filme hayran kaldım.

Bildiğiniz gibi Barbie, insanlara yıllarca “ideal güzellik algısı” yaratmak için kullanıldıktan sonra gelen tepkiler üzerine çeşitli iş kollarında çalışan, çeşitli ten renklerine ve fiziksel farklılıklara sahip bebekler yaratılarak tepkileri biraz olsun gidermeye çalışan bir ticari üründür. Bu ticari ürünün başka bir ticari ürünle yeniden reklamının yapılması ve filmin bütçesinden çok reklam bütçesine para ayrılması da bunun en önemli sonucudur. Amaç filmin ne kadar izlenmesi değil, filmle beraber ne kadar Barbie temalı ürünün satılacak olmasıdır. Kaldı ki her yerde Barbie temalı ürünleri görmemiz de bununla ilişkili.

Gelelim Barbie filmine. Öncelikle belirtmek isterim ki filme hür irademle gittim ve asla pembe giymedim. 😊 Pembe ile ilgili herhangi bir ön yargım yok, renklerin bir cinsiyeti temsil ettiği görüşüne de hiçbir zaman sahip olmadım. Ancak sinema salonuna girip etrafıma baktığımda sosyal medyada etkileşim almak uğruna partnerleri tarafından zorla pembeler giydirilmiş ve gözleriyle yardım dilenen birçok kişinin olduğunu gördüm. Filmden ve konusundan çok sosyal medyada alacakları etkileşimin derdindelerdi. Ben onların içinde bulundukları duruma şaşkınlık içinde bakarken onların da bana “Saçı sakalı uzun, siyahlar giymiş bir adamın tek başına Barbie filminde ne işi var?” diye aynı şaşkınlıkla baktıklarını gördüm. Partnerleri tarafından zorla pembe giydirilen kardeşlerim, size sesleniyorum; bu dünyada çektiğiniz bu çilenin elbette bir mükafatı olacaktır. Ben her zaman sizin yanınızda olacağım. İşin trajikomik tarafı bir yana film başladığında ilk yarım saat “Acaba, Barbie’ye ön yargılı davrandığım için filme haksızlık mı ediyorum?” diye düşünürken ön yargılarımın ne kadar haklı olduğunu bir kez daha gördüm.

Bakın, film ilk yarım saatin ardından feminizm bildirisine dönüşüyor. Dönüşmesin, mesaj vermesin, erkek egemen topluma bir başkaldırı olmasın demiyorum. Elbette olsun! Kadınlarımız her alanda erkeklerle eşit olması gerektiğini savunan biriyim. Kız çocuklarının okutulması için mücadele eden sivil toplum kuruluşlarında yıllarca görev almış birisiyim. Kadınların iş hayatında ve sosyal hayatta her zaman haksızlığa uğradığını ve bunun için başkaldırmaları gerektiğine de inanıyorum ve destekliyorum. Erkeklerin yapacağı her işi erkeklerden daha iyi yapacaklarına olan inancım sonsuz. Ama filmlerin mesajlarının bu kadar açık bir şekilde izleyicinin gözüne sokulması taraftarı da değilim. Film içerisine yedirilmiş bir ya da birkaç mesaj olur ve o mesajları anlayabilenler film sonrası bu mesajlar üzerine konuşurlar. Barbie’de ise mesajların üst üste verilmesi ve izleyiciye karşı “Siz anlamamış olabilirsiniz bir kez daha söylüyorum” şeklindeki tutumu izleyiciyi seyir zevkinden biraz uzaklaşıyor. İlk yarım saat ve filmin son 10-15 dakikası hariç filmin odaklandığı tek nokta feminist söylemler olmuş. Açıkçası Barbie filmini izlemek bu yüzden beni fazlasıyla yordu ancak salondaki birçok kişinin filmden keyif aldıklarını söylemek de mümkün.

Filmler, sanat dalları içerisinde halkın neredeyse tamamına ulaşan, kişisel beğeni ve yorumlara en açık yapıtlar olduğundan şu film iyi ya da bu film kötü gibi bir yorum yapmak benim haddime değil. Her iki film için büyük bütçeler ayrılmış, büyük emekler harcanmış ve her iki film de bu emeğin karşılığını sonuna kadar alıyor. Oppenheimer, gösterime girdiği ilk günden efsane Nolan filmleri arasında yerini almışken Barbie filmi de bir kadın yönetmenin -Greta Gerwig- yönettiği en yüksek bütçeli film olarak sinema tarihindeki yerini alıyor. İzleyicilerin hangi filmi tercih ederlerse etsinler beklentilerine cevap bulacaklarını düşünüyorum.

Böylesine iki güzel yapımın aynı anda gösterime girmesi ve her iki filmin de dünya genelinde büyük gişeler yapması, itiraf etmeliyim, bende tam olarak tarif edemediğim bir kıskançlığa neden oldu. Herhangi bir kahramanı olmadığı için sonradan uydurulmuş “süper kahramanları” olan bir ülkenin bir stüdyoda çektiği filmleri ayıla bayıla izliyoruz ancak kendi kahramanlarımıza gereken önemi veremiyoruz. Adını söyleyip daha fazla prim yapmasını istemediğim bir dijital platformun modern dünyanın en büyük gerçek kahramanı olan Atatürk için çekeceği diziyi iptal etmesine gereken tepkiyi koyamıyoruz. Zaten söz konusu dijital platformun ülkemize giriş şekli de çok konuşulmuş diğer platformlara göre geç girdiği için pastadaki payını büyütmek amacıyla başka platformlarla anlaşmamış birçok ünlü ile “yerli içerik üretmek” için yüksek ücretlerle yaptığı anlaşmalarla adından söz ettirmişti. Sosyal medyada bu platforma olan üyeliğin iptal edilmesine yönelik “hashtag” çalışmalarından da bahsetmiyorum. Tabii ki insanlar seslerini en kolay şekilde bu sosyal medya platformlarında duyuruyorlar ancak o firmanın adını kullanarak yapılan eylemler aynı zamanda onların adlarının daha da duyulmasına sebep oluyor. Bir nevi “reklamın iyisi kötüsü olmaz” durumu.

Peki, işler nasıl çözülebilir? Öncelikle hükumetin ve muhalefetin bu konu ile ilgili söz konusu şirket hakkında harekete geçmesi gerekiyor ki RTÜK projenin iptali ile ilgili söz konusu şirketten yazılı savunma istedi, güzel bir adım oldu. Devamında atılacak adımları takip etmeye devam edeceğim. Ama asıl yapılması gereken şey dünyaca tanınan yönetmenlerimizin mükemmel bir Atatürk filmi yapması bunun dünyaya duyurulmasıyla söz konusu şirketin yapacağı projeden daha büyük ses getirmesi. Bize de düşen görev göğsümüzü gere gere sinema salonlarına gidip gerçek kahramanımız Atatürk’ün filmini gururla izlemek. Buradan da söylüyorum, eğer böyle bir film yapılacaksa ben gönüllü olarak oyuncuların getir götürünü yapmak da dahil her alanda çalışmaya hazırım, beş kuruş da istemem.

Ben bazı mekânların size hissettirdiklerinin o mekânda sunulan hizmetten daha önemli olduğuna inanıyorum. Ben Eskişehir Hacı Süleyman Çakır Lisesi mezunuyum ve o bölgede bildiğiniz gibi birçok dönerci var. O bölgedeki dönercilerin neredeyse tamamı aynı kalitedeki döneri benzer fiyatlarla müşteriye sunuyorlar. Ama Sevgili Kardeşim Safa Üstünbaş ile 20 yıldır gittiğimiz, gitmediğimizde de özlediğimiz tek bir dönerci var. Onu lezzet açısından diğer dönercilerden ayıran hiçbir özelliği yok ama 20 yılda biriktirdiğimiz anılar, orada yaptığımız sohbetler, orada yaptığımız acı biber yeme yarışmaları, orası sayesinde tanıdığımız insanlar bizi oraya bağlıyor. Her gidişimizde “Buranın döneri diğerlerinden farklı aga!” dememin nedeni aslında döneri ekmeği her ısırdığımda lisedeki Emre ve Safa olduğumuzu hissetmem. Yine her hafta pazartesi okul çıkışında pizza yemek için haftalığımızın yarısını bırakıp çıktığımız o yerel hamburgerci ve yine Hamamyolu’nda arkadaşlarımız arasında “dört” diye şifrelediğimiz o çay ocağı, üniversite öğrencisiyken Muğla’da arkadaşlarımla gittiğim yerler ve niceleri… Bu mekânlara olan bağlılığımız aslında geçmişimize duyduğumuz özlemden ileri geliyor. Dostlarımızın ve onlarla geçirdiğimiz güzel anların kıymetini bilmek çok önemli. Yo hayır, ağlamıyorum! Gözüme klavye ışığı kaçtı…

Türk Rock müziğinin en önemli isimlerinden, gençlere gitar çalma, müzikle ve dolayısıyla sanatla uğraşmalarına vesile olan Erkin Koray’ı kaybetmiş olmanın da üzüntüsünü yaşadık bu hafta. Barış Manço, Cem Karaca, Erkin Koray, Bahadır Akkuzu, Özkan Uğur ve davulda Sefa Ulaştır orada çok güzel bir ekip oluşturdular. Hepinizi özleyemeye devam edeceğiz.

Yazımı Melih Cevdet’in en sevdiğim ve en çok bilinen şiiriyle sonlandırmak istiyorum:

Yaşamak güzel şey doğrusu

üstelik hava da güzelse

hele gücün kuvvetin yerindeyse

elin ekmek tutmuşsa bir de

hele temizse gönlün

hele kar gibiyse alnın

yani kendinden korkmuyorsan

kimseden korkmuyorsan dünyada

iyi günler bekliyorsan hele

iyi günlere inanıyorsan

üstelik hava da güzelse

Yaşamak güzel şey,

Çok güzel şey doğrusu!